YUSUF HAYALOĞLU
Ömrümün özeti ve beni vareden sebepler
Babam, annem Tunceli-Ovacık kökenli ve çok ünlü Demanan aşiretinin
mensupları. Babamın askerliği sonrası hayati nedenlerle, kucaklarında 6
aylık bir bebekle 3 gün boyunca yürüyerek Erzincan’ın Kemaliye (Eğin)
ilçesine kaçmak zorunda kalıyorlar.
Başlangıçta çok zorluklarla karşılaşıyorlar. Annem, kullanılmayan eski bir
ahırdan bozma, tek gözlü bir evde beni tek başına doğuruyor ve göbeğimi de
kendi kesiyor. Geçinebilmek için babam bağlarda, bahçelerde bahçevanlık
yaparken annem, evlere temizliğe gidiyor ve 5 çocuklarını okutmaya
çalışıyorlar. Kemaliye, çok göç veren bir ilçe olduğu için birçok konak ve
bahçe kendi kaderine terkedilmiş durumdadır. Babamla annem, işlerini çok iyi
yapan, yüksek ahlaklı kişiler olarak kendilerini göstermeye başlayınca bu
konak ve bahçelerden biri, yarıcı olarak kendilerine verilir. Çokodalı
konağın bakımını yaparak oturacaklar ve bahçelerden elde ettikleri dut,
ceviz, erik, elma gibi ürünlerin yarısı kendilerinin olacaktır. Bu yüzden
benim çocukluğum, üç katlı eski bir konağın boş odalarında gizemli öyküler
düşleyerek, ağaç dallarına kurduğum tüneklerde kitaplar okuyarak; binbir
çeşit otu, çiçeği, börtü-böceği inceleyerek geçmiştir. Doğayı tapınırcasına
sevişimin, ressam ve şair oluşumunkaynağı da o yıllardan beslenmiştir
belki..
Kemaliye’liler tümüyle Türk ve sünni olmalarına rağmen, bizim Zaza ve alevi kökenli oluşumuzu hiç yadırgamayıp sevgiyle, hoşgörüyle bağırlarına basmış; birlikte barış içinde yaşamanın güzelliklerini öğretmiştir. Yaşamım boyunca bütün şoven anlayışlara uzak durup ayrım gözetmeksizin herkesi kucaklayan engin bir hümanizmaya ve tasavvufi bir düşünceye sahip oluşumun kaynağı da buradadır. Buna rağmen mahalledeki ve okuldaki akranlarımın bana, başka dünyadangelmiş biri gibi davranıp “Kürdoğlu” diye alay etmeleri karşısında sinmeden, boyun eğmeden onlarla kavga edişimin izleri de, yara-bere olarak kafamda, burukluk olarak kalbimde hep kalmıştır. Haksızlığa karşı mücadele eden, kendi doğrularını savunarak savaşan yanım da o yıllarda şekillenmiş olmalı.. 6 yaşımdayken böyle bir kavga esnasında 4 katlı bir binadan düşüp yereçakılarak bacağımın kırılması sonucu aylarca yatağa mahkum olmam; abimin kitaplarından, neredeyse su gibi okuyup yazmama ve ilkokul 1nci sınıfı atlayarak, direkt 2nci sınıftan okulu sürdürmeme sebep olmuştu. Okul birinciliğimin yanısıra, kasabada parasız yatılı sınavını, üstelik Türkiye ikincisi olarak kazanan ilk kişi olmam, yaşamımın aynı zamanda ilk dönüm noktasını oluşturmuştur.
Başarımdan gurur duyup beni ilk ve son defa kucaklayan babamla; o sekiz köşe
şapkalı, pala bıyıklı, iri kehribar tespihli, kahır ve umut yüzlü aşiret
adamıyla; bir posta treninden, kartpostalını bile görmediğim koca şehir
İstanbul’a indiğimde henüz 11 yaşımda bir
çocuktum. Gazetenin, sinemanın, radyonun, televizyonun yer almadığıçocuk
beynimle, Haydarpaşa garı kapısında, ilk defa karşılaştığım kocaman bir
denizin, vapurların, martıların, muhteşem Sultanahmet, Ayasofya
silüetlerinin karşısında adeta şok geçiriyordum.. Yaklaşık 2500
kişinin okuduğu o kocaman Haydarpaşa Lisesi’nin pencerelerinden bu muhteşem
silüeti izlerken kaç defa ağladım, hatırlamıyorum. Yalnızlıkla ilk tanışmam
ve zaman içinde onu en yakınarkadaşım olarak benimsemem de böyle başladı. Ve
binlerce kitaplık kütüphaneyi bir sığınak bilip kitaplara gömülerek hayal
ufkumu alabildiğine genişletmem de öyle… Buna rağmen, bizden 7, 10 yaş büyük
kıdemli öğrencilerin itip kaktığı, zevk için dövdüğü akranlarımdan farklı
olarak, boyun eğmeyen, kavgadan korkmayan, kendini ezdirmeyen yapımla o
koşullarda ayakta kalmaya
çalıştım. Fakat savaşarak direnmenin tek başına bir anlam taşımayacağını
anlamam ve yaşamda varolmak için başkalarından daha başarılı olmak gerektiği
bilincine ulaşmam da aynı koşulların ürünüdür şüphesiz.. Bu yüzden
derslerde, oyunlarda, sporda, sosyal ve sanatsal faaliyetlerde hep liderlik
savaşı vermiş, geride olmayı asla kabul etmemişimdir. Yine yaşamım boyunca
hiç kimseden emir almadan, hiç kimseye de emir vermeden; tek başına ve
herşeyden bağımsız; sadece kendi emeği ve ürünleriyle geçinen bir insan
olarak hep emeğin, alın terinin yanında yer alışımı da o yıllara borçluyum.
Okul futbol takımının ve Fenerbahçe genç takımının kaleciliğini yaparken bir
maçta burnumun kırılmasıyla sporu bırakıp sanata yönelmem ise yaşamımın
İKİNCİ dönüm noktasını oluşturmuştur. Okul orkestrasında, tiyatrosunda,
duvar gazetesinde; resim, şiir ve
münazara yarışmalarında hep en önde olmakla beraber derslere olan ilgimin
azalmasıyla sınıfta kalışım ve parasız yatılı hakkımı kaybedişim yaşamımdaki
ilk yenilgim olarak hala içimi acıtır. Bir süre annemlerin yanında Elazığ
Lisesi’nde okurken bile bu gidişata engel
olamadım ve biraz da şoven-faşizan anlayışlı hocalar yüzünden okulu
terketmek zorunda kaldım. Ki Deniz Gezmiş’lerin asıldığı, devrimci
kıvılcımların her yere sıçradığı yıllardı.. Artık siyasetle ve sanatla
uğraşmanın dışında hiçbir şey beni tatmin etmiyordu. Tekrar İstanbul’a
dönerek dışardan liseyi bitirip Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim
eğitimine başladım. Bir yandan da Cağaloğlu matbaalarına grafik işleri ve
bijuteri atelyelerine takı-aksesuvar modelleri yapıyordum.
Ne kadar karşı olsam da, o dönemde gençlik arasında hızla yaygınlaşan
sağ-sol çatışmasından uzak durmak mümkün olmuyordu. Polisle ve copla ilk
defa tanışmanın ruhumda yarattığı fırtınalar sonucu; bütün yaşamım boyunca
ezenlerden nefret edip hep ezilenlerden yana saf tutmaya yemin edişim de
aynı güne rastlar. Eğer devletine ve ülkesine düşman bir anarşist olmaktan
son anda vazgeçtiysem bunu, aynı dönemde yaptığım evliliğe borçluyum. Bu,
yaşamımın ÜÇÜNCÜ dönüm noktasını oluşturdu. Bir işçi ailesinin tek çocuğuydu
ve kendisi de hem okuyup hem çalışan, henüz 17 yaşında bir kızdı; bense
19umdaydım. İkimiz de okulu bırakıp iki odalı küçük bir evde, taksitle
aldığımız eşyaların borcuyla yaşam mücadelesine başladık. Askerlik zamanım
gelince Elazığ’a, annemlerin yanına taşınmak zorunda kaldık ve orada bir
süre Hürriyet gazetesi
muhabirliği yaptıktan ve ilk çocuğum doğduktan sonra askere gittim. Bornova,
Burdur ve Konya 2.Ordu Karargahı’nda ressam olarak, orduya büyük hizmetlerde
bulundum. Çok önemli tatbikat planları, haritaları ve stratejik yer
maketleri ellerimde şekillendi, birçok mükafaat kazandım ve bunlardan dolayı
hep onur duydum. Daha sonraları birçok
mahkemede ve kovuşturmada bu mükafaatların faydasını gördüm. Ve en güzeli;
polis copunun yarattığı fırtınaları, güleryüzlü generallerin ılıman
takdirleriyle atlatmış olmamdı. Ülkemi ve ülkemin değerlerini, bazı
ideolojik tuzaklara düşmeden, artık daha bilinçli ve daha candan
seviyordum.Askerlik sonrası bir süre daha gazetecilik yaptım, bir çocuğum
daha oldu fakat mutsuzdum alabildiğine.. Elazığ bana dar geliyordu;
mecburiyet caddesinde o dostça selamlaşmalar, yerini kuşkulu ve düşmanca
bakışmalara bırakmıştı. Tunceli kökenli aleviler baskı ve horlanmalar sonucu
kentin dış mahallelerine çekilmek zorunda kalmıştı. Ben Kemaliye’nin
kucaklayan kollarında doğmuştum; bu reddeden ve geri iten tutuculuk beni
yeniden savunma mevzilerine sokabilir ve savaş baltamı yeniden
çıkartabilirdi. Oysa ben, tek silahı sanat olan bir iyilik savaşçısıydım.
Üstelik Elazığ’da deniz de yoktu ve ben denizi görmeden asla yaşayamazdım.
Yeniden İstanbul, yeniden yaşam mücadelesi ve nefretle sevgiyi içiçe
barındıran, her şeye rağmen vazgeçilmeyen bu kentte, düşe kalka bugüne kadar
süren bir acılı serüven..
Ailemi kimseye muhtaç olmadan ve hiçbir şeyden mahrum etmeden
geçindirebilmek ve bir yandan da onurunu yitirmeden, namuslu ve dimdik
yaşamayı, İstanbul’a rağmen başarabilmek o kadar kolay olamazdı elbette. Çok
savaştım kötülerle, çok vuruştum zalimlerle, çok cebelleştim hayatla, çok
dansettim ölümle.. İster devrimci mücadele deyin, ister anarşi-terör; ister
vatanın kurtarılması deyin, ister karşı terör..
Memleketin sokaklarında oluk oluk kan akıyordu, kardeş kardeşivuruyor,
birileri kına yakıyordu. Ateş, düştüğü yeri yakıyordu.Yangının ulaşmadığı
hiçbir kimse kalmamıştı, alevler en çok beniyakıyordu…Ve Toptaşı Cezaevi’nde
bir akşam, ünlü sinema oyuncusu, yönetmen, cinayet hükümlüsü, devrimci,
güzel adam Yılmaz Güney’le tanıştım ve bu
benim yaşamımın DÖRDÜNCÜ dönüm noktası oldu. O hiç farkında olmadan, ben
ondan “Arkadaş” olmayı, “Umut” etmeyi, “Düşman”la başetmeyi, “Sürü”
olmamayı, doğru bildiğim “Yol”da tek başına yürüyüp “Birgün mutlaka”
başarmayı öğrendim. Sonra 3 yıl boyunca Güney Filmcilik’te çalıştım. Güney
dergisine, senaryolarına, öykü ve romanlarına, afiş, poster, ve bütün
kartpostallarına; matbaalarda sabahlayarak ilk ben dokundum. O muhteşem
anları hala yüreğimin en derin yerlerinde saklıyorum. Mudanya’ya giden bir
mahkum olarak iki omuzumdan tutup gözlerimin içine doğru “Yılmaz’ı
yıkamazlar Yusuf’um. Sen de Yılmaz’ın arkadaşı olduğunu unutma. Hiçbir zaman
yılma ve yıkılma!” deyişini ise
beynime çaktım o gün. Mezarımda bile çürümeyecek…
Ve 12 Eylül… Güzel yurdumuzu ve güzel halkımızı; kimlerin kurtarmak,
kimlerin batırmak istediğine dair, bugüne kadar cevabı tartışılan o
dehşetengiz soru işareti! Binlerce çelişkiyi içinde barındıran, eğriyle
doğruyu şaşırtan, sapla samanı, yaşla kuruyu karıştıran, sağcıyı-solcuyu
aynı telörgülerin ardında buluşturan, anaları-bacıları aynı nizamiyelerle
tanıştıran o tartışmasız kesin ve acımasız keskin içtima düdüğü! Herkes bir
bedel ödemek zorundaydı. Ben de ödedim bedelimi. Geride kanlı fanilalar,
yakılmış kitaplar, yıkılmış umutlar ve ölümle sınanmış şarkılar bırakarak.
Geride bir ömrün bütün inanç ve aldanışlarını bir bir parçalayıp
yargılayarak… Ben de ödedim bedelimi; yaralansam bile eksilen yanlarımı
onararak, yılmayıpyıkılmayarak…
İçerden çıktığımda bambaşka bir dünya, bambaşka bir memleket, bambaşka
insanlar, bambaşka bir yaşam bekliyordu nizamiye kapısında. Sokaklarda kan,
insanlarda heyecan durmuştu, adeta zaman durmuştu.. Toplumun hafızasına
birşeyler olmuştu.. Eski dostlar ve tanıdıklar, yollarını değiştirmiş;
herkes bir ucundan düzenin eteklerine tutunmuştu..
Basının merkezi Cağaloğlu’nda bir atölye açarak Güney Yayınlarını çıkarırken
tanıdığım matbaa ve yayınevlerine resim-grafik işleriyapmak suretiyle hayata
tutunmaya çalıştım. Yüzlerce afiş, poster, kitap kapağı yaptım ama insan
ilişkilerindeki çürüme ve yozlaşmanın etkisiyle sık sık küsüp aylarca
kendimi uzak kasabalara, kimsesiz
koylara atıyor, olaylarla ve hayatla yüzleşerek bu zor süreci en az hasarla
atlatmaya çalışıyordum. Terkedilmiş bir teknede yaşayıp “Bir Acayip Adam”ı
yazışım da, Marmaris’te, Bodrum’da sokak ressamlığıyapışım da bu döneme
raslar.Bir gün kızkardeşimin arkadaşı Ahmet Kaya ile tanıştım. Bu benim
yaşamımın BEŞİNCİ dönüm noktasıydı. Çok geçmeden kızkardeşimle evlendiler ve
Ahmet evimden, atelyemden ayrılmaz oldu. Çok neşeli,
hareketli, insanı her an meşgul eden, deli-dolu bir halk çocuğuydu; tam bir
muhabbet adamıydı. En yılgın zamanımda bana yeni bir enerji yüklemiş ve
yeniden hayata bağlamıştı. Dördüncü kasetini çıkarıyordu, bir sürü insana
ihtiyacı vardı, kızkardeşimle birlikte tam bir kurmay karargahı gibi hareket
ederek bütün işleri hallediyorduk. Kaset
repertuarları, stüdyo altyapı çalışmaları, kapaklar, afişler, fotoğraf ve
klip çekimleri, promosyonlar, röportajlar, radyo-televizyon programları,
imza günleri, konserler ve daha onlarca uğraş alanı, bütün zamanımı alıyordu
ve artık atelyemi kapatmak zorunda kalmıştım. Bu arada bir kızım daha
olmuştu, ailemizin maskotuydu ve bir süresonra Ahmet’le kızkardeşim de ona
heveslenerek bir çocuk yaptılar. Şarkılarda yaşadığımız süreci anlatmak
istiyorduk ama çok iyi bir şiirokuru olan Ahmet, hiçbir şairden tatmin
olmuyordu ve benim müsvette şiir denemelerime bayılıyordu. Yoğun ısrarları
sonucu şarkılarını da yazmaya başladım. Müziği, edebiyatı iyi bildiğim ve
halkı çok iyi tanıdığım için her yazdığım şey, hem biçim hem de içerik
açısından, dönemin duyarlılığı ile çok iyi örtüşüyordu. Artık geniş kitleler
tarafından tanınıyor ve çok seviliyorduk. Kasetler birbirini takip ediyor,
şarkılarımız ortalığı kasıp kavuruyordu. 13 yıl boyunca Yorgun Demokrat’tan,
Adı Bahtiyar’a; Ayrılık Hediyesi’nden, Kafama Sıkar Giderim’e kadar onlarca
şarkıya imza atmıştım ama bunun yaşamsal karşılığından çok uzaktım. Başımı
sokacak bir evim, hurda bir arabam bile yoktu; kiramı ucu ucuna veriyor,
geçim zorluğu içinde bunalıyordum. Birlikte yola çıktığımız, bir kaderi
paylaştığımız Ahmet ise ev ve araba sayısına her yıl birer ilave daha
yapıyordu.. Artık bütün zamanımı ona harcayarak yaşayamazdım.. Başka
denizlere açılmalıydım..Yine küsmeler, incinmeler ve çekip uzaklara gitmeler
dönemi başlamıştı hayatımda. Bu arada babamı yitirdim ve eşimden boşanıp,
çocuklarımdan
da ayrılarak tek başıma, küçücük, eşyasız bir kiralık evde, yepyeni bir
hayata adım attım. Geçinmek daha da zorlaşmıştı. Dağlarda Kar Olsaydım,
Nankör Kedi, Sen Ağlama Yar gibi şarkılar yapıp Ferhat Tunç’tan Fatih
Kısaparmak’a, İbrahim Tatlıses’ten Müslüm Gürses’e,
onlarca başka sanatçıya vererek nihayet küçücük, rutubetli bir bodrum katına
sahip olabildim. En azından kafam rahattı, yeni şarkılar ve şiirler üretmek
için sadece kendime ait bir ortamım vardı hiç olmazsa..
Bu arada Ahmet Kaya ile müzikal yolculuğumuz da küsüp barışmalarla devam
ediyordu. Ona yazdığım son şarkı olan Kafama Sıkar Giderim yılın şarkısı
olmuştu ve ödül gecesinde, benden başka herkese teşekkür etmişti.
Aynı gecede, Kürtçe şarkı konusunda söylediği sözler nedeniyle hiç de hoş
olmayan tepkilerle karşılaşmıştı. Ertesi gün bazı gazeteler linç kampanyası
başlatmakta gecikmemişlerdi. Herşey tersine dönmüştü birden. Memleketin en
yetenekli sanatçısı, memleketi bir tek kendilerinin sanan insanlar yüzünden,
çok sevdiği memleketinden uzaklara savrulmak zorunda kalmıştı. Artık onun
bıraktığı mikrofonu ben almalı ve şiirlerimi, duygularımı halka kendi
sesimle ulaştırmalıydım, meydan boş kalmamalıydı.. Bu karar benim yaşamımın
ALTINCI dönüm noktasını oluşturdu. “Ah Ulan Rıza” isimli ilk kasetimi ve
“Gözleri İntihar Mavi” isimli ilk şiir kitabımı çıkardım. Elde
ettiğim telifle Cihangir’de bahçelibir eve ve 0 km bir arabaya sahip
olmuştum ve kendime çalışmanın semeresini görmüştüm yeniden.. Ahmet ise
zorunlu bir sürgünü yaşadığı
Paris’ten, gün aşırı arayıp yeni kasetinde çalışmamız için ısrarla yanına
çağırıyordu.. Paris’e gitmeye hazırlandığım bir sırada çok sevdiğim
ağabeyimin ölümüyle sarsıldım. Çok geçmeden Ahmet’in de ölüm haberi gelince
yorgun ve acılı yüreğim iflas etti, üç ana damarımdan biri iptal oldu, bel
fıtığıyla yataklara çivilendim, el ve ayak parmaklarımda kangren oluştu. Bir
süre sonra annemin ölümü ise tam anlamıyla son darbe oldu. Üstüste gelen bu
acılar, hayatla olan bütün bağlarımı koparıp atmıştı sanki. Ölmeye bir adım
kaldığını hissettiğim o günlerde bir tek Eylül arkadaşımın desteği ve
çabasıyla tutundum
hayata yeniden. Zaman her şeyin ilacıydı ve her şeye rağmen devam etmeliydim
kavgama, kaldığı yerden.. Bir iyilik savaşçısı aslavedalaşmazdı!..İkinci
kasetim “Bir Acayip Adam”ın da ilki gibi satış rekorları kırmasıyla bu kez
Flash Tv’de, Radyo Barış’ta, Kral Tv’de ve Su Tv’de programlar yapmaya
başladım. Bir yandan da yurt içinde ve yurt dışında çeşitli konser ve
dinletilerle; 48nci baskıya ulaşarak bütün zamanların rekorunu kıran
kitabımla, şiirlerimi halka ulaştırmanın ve yaşamımı onlarla paylaşmanın
heyecanı; bütün yaralarımı onarmasa da yeni bir üretme gücü kazandırdı bana.
Üreterek varolmanın hazzına yeniden ulaştım.. Ve marjinallerin istilasına
uğrayan Cihangir’den,
Bakırköy sahiline taşınarak yeniden halkın içine karıştım.. Ne var ki yoğun
çalışma temposu, savruk yaşam koşulları, ayrılıklar, acılar, stres ve sigara
gibi sebeplerin tetiklemesiyle ayağımda yeniden oluşan kangren, şimdilik bir
parmağımı aldı, daha da alacağa benzer. Budana budana yaşıyorum
sonbaharımı..
Şimdilerde, martılara, gemilere, engin bir denize, yemyeşil bir parka dönük
çalışma odamın penceresinde, tek başına yaşamanın huzuruyla soluklanarak,
üçüncü kasetimle ikinci kitabımın üzerinde çalışıyorum ve kötülerle daha iyi
savaşmak için kelimelerimle notalarımı
bileyliyorum. Bu da benim yaşamımın YEDİNCİ dönüm noktasını oluşturacak,
bunu hissediyorum.
Baharı görmek istiyorum.. Vedalaşmak için henüz çok erken